Silivri Facebook

MISIR SEFERİNE FARKLI BİR BAKIŞ.(HULUSİ ÜSTÜN)
Bazı yolculuklar, dünyanın seyrini değiştirir.
Bundan beş yüz sene evvel yine böyle bir yaz mevsiminde, kalabalık bir maiyet ve binlerce kişilik bir ordu ile İstanbul’dan Mısır’a doğru bir yolculuk başlamış idi. En önde burma bıyıklı koca padişah, onun da önünde rivayete göre hazreti Peygamber.  Ordu’da Ulah vardı, Rum vardı, Arnavut vardı, Ermeni vardı, Sırp vardı, hepsinden önemlisi tüfek vardı, top vardı.
Şan, şeref, iktidar ve servet için yola çıkmış bir ordu idi bu. Başındaki Sultan, Tanrının rızası için yola çıktığı yalanını söylüyordu.
O devirlerde Kahire dünyanın beş şehrinden biri idi, onu herkes bilirdi de Tahrir Meydanı henüz tahrir edilmemişti.  Mısır, cumhurun iradesi ile seçilen bir kral ile yönetilirdi. Hazreti Peygamberin ailesi arasından seçilen bir Halife ise tüm İslam âleminin başı idi. Meşhur tanımı ile din işleri ayrı, devlet işleri ayrı yoldan akıp giderdi.  Mısır Laikti hâsılı, Fransa’dan çok önce ve çok önde Laik. Bir de dünyanın en eski üniversitesi işletilirdi ki, İslam’ın beyni idi El Ezher. Din orada sürekli canlı tutuluyor, sürekli gelişiyordu.
Hicaz’daki kutsal beldelerin idaresi, iaşesi ve güvenliğinden sorumluydu Mısır. Dünyanın en güçlü iki devletinden biri sıfatıyla Kızıldeniz üzerinden Hint Okyanusunu, Nil boyundan Afrika içlerini denetlerdi.  At Mısırdı o günlerde, süvari Mısır, baharat Mısır, köle Mısır, su Mısır…
Osmanlı Ordusunun hedefinin Mısır olduğu ortaya çıkınca yaşlı Kral o güne dek kendisine ‘muhterem Pederim’ hitaplı mektuplar yazan Sultan’ın gerçek niyetini sezip ‘dur!’ dedi.  İslam âleminin ruhani lideri olan Halife, kendisinin de yaşadığı Mısır’a yönelik bir savaşın onu Baği kılacağını Yavuz’a ihtar etti.
Buna rağmen Moğollar’ın yapamadığını yapıp, iddiaya göre Hazreti Peygamberin yardımı ile Osmanlı ordusu Mısır’a girdi. Ne o güne dek, ne de ondan sonra hiçbir katliamın gerekçesi böylesi bir yalan olmamıştı. Osmanlı ordusu yine böyle bir yaz günü kendilerine kılıç çekilmesini bekleyen Memlük süvarilerinin saflarını top ateşi ile dağıttı. Binlerce can alındı, binlerce kelle kesildi, yaşlı Mısır Kralının cesedi savaş alanında kaldı. Olup biten her şeyi yazdı Osmanlı kâtipleri. Haydar Çelebi yazdı, Celalzade yazdı. Onlardan öğreniyoruz ki, Kahire’de bu yıl yaşanan bahar, bundan beş asır önce bizim sebep olduğumuz kışın ardından gelmiştir.
Nice ‘şirler pençe-i kahrında lerzan’ oldu yüce padişahımızın. Fakat lerzan olan cümle şirler Müslim idi. Binlerce insan öldü, hepsinin adı Abdullah’tı, binlerce at öldü, hepsi küheylandı. Kahire aylarca direndi Yavuz’un askerlerine. Ev ev, ocak ocak söküldü. Tahrir meydanı ne dehşetli günler gördü. Filikalarla altın getirdik oradan, gemiler dolusu esir… ki aralarında Peygamberin torunu da vardı. Hilafet unvanını alıp getirdik. Peygamberlerin emanetlerini aldık, sonra bir köleye teslim ettik orayı yeniden. Sahi niye bunca insanın kanını döktük diyen tek insaflı adamı boğazlayıp kellesini heybemizde taşıdık. 
Mısır’a o günden sonra bir daha selamet girmedi. O günden sonra başladı İslam’ın Ortaçağı. Daha önce de iktidar hırsından dolayı Kerbela’da Tanrı’yı hesaba katmayan Müslümanlar Mısır’da nice Hüseyin’i katledip İslam âlemini beş asır sürecek bir muharrem matemine mahkum ettiler.
. . .
Biz hep Arapların bizi Yemen’de, Filistin’de arkadan vurduklarını anlattık, ama niye vurduklarını sorgulamadık.
Adının önü üç ünvanlı tarihçiler bilimi ideolojiye kurban ettikleri kitaplarında bir siyaset dehası olarak sundukları sultanın yeryüzünü nasıl kaosa teslim ettiğini görmediler. Koca koca şeyh efendiler ekranlarda spikerleri azarlaya azarlaya Yavuz’un önünde peygamberin yürüdüğüne şahitlik ederken, peygamberin Mısır’ın helakinden ne menfaati olabileceğini düşünemediler.
O gün bizim elimizle söndürüldü Arap dünyasını aydınlatan medeniyet meşalesi, Arap dünyası karanlıklara gömüldü. Dayılara, hıdivlere, diktatör ellerine bırakılıp sömürüldü.
Dört asır sonra Yemen’de, Kanal’da, Kut’el Amara’da İngiliz’le vuruşan Anadolulu Mehmetçik bu sebeple Araplar tarafından yalnız bırakıldı. 
Biz Yavuz’un filikalarından indirdiğimiz hazinelerle Süleymaniye’yi inşa ettik. İstanbul’da şerbetler dağıttık, cariyelerin koynunda kırk yıl kıvrım kıvrım kıvrandık. Peygamber soyundan son halifeyi zincire vurup zindana tıktık. Hilafeti Saltanata tahvil ettik. Kutsadık gasıplarımızı… ruhuna Fatihalar adadık.
Şimdi…
Her şey öylesine hızla değişiyor ki, sanki peygamberler, fatihler, kaşifler çağındayız. İnsanlık artık attığı adımların kendisini nereye götüreceğini çok iyi biliyor. Özgürlük adlı meçhul bir sevgili değil peşinden gidilen. Mısır’ın mübarek firavunu alaşağı edildi, Libya’nın şizofren diktatörü kayıp. Kartacalıların ruhu uyandı Tunus’ta. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz.
Bazı yolculuklar dünyanın seyrini değiştirir.
Beş asır sonra Türkiye’den Arap topraklarına doğru yeni bir sefer başlatılıyor. Bu kez top, tüfek yok yanımızda, yeniçeri yerine devlet adamları, iş adamları yola çıktı. Tarih kitapları, din kitapları, filmler, diziler, şarkılar ve ağıtlar var onların yanında. Boşluk kabul etmeyen hayatı dolduracak şeyler… yıkmaya, yakmaya, öldürmeye gitmiyorlar bu defasında. Belki başlangıçta niyet başka idi ama İstanbul’dan dolu olarak yola çıkan filikaların oradan boş döneceğini görmek gerekir. Bu sefer ve bundan sonraki seferler Türkiye’den Arap dünyasına uzatılan bir lütuf eli değil, beş asır önce söndürdüğü meşaleyi yenin yakmak üzere uzatılmış bir vefa eli olmalıdır. 
 
Hulusi Üstün  

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol