Silivri Facebook
banner88

Yazgının Pandomiması


“Hişt Hişt Genç Sait Faik” isimli öykü yazma yarışmasına katılan Hasan Sabriye Gümüş Anadolu Lisesi’nden 5 öğrenci yarışmada dereceye girerek, öyküleriyle kitapta yer almaya hak kazandı. 70 okuldan toplan 214 öğrencinin katıldığı yarışmada birinci olan Hasan Sabriye Gümüş Anadolu Lisesi öğrencisi Deniz Özlem Çevik ise, yarışmada birinci oldu. Çevik’in birinciliği kazandığı “Yazgının pandomiması” adlı öykü, okuyanlardan tarafından beğeniyle karşılanıyor. İlçe çapında birinci olarak büyük bir beğeni toplayan öykü şu şekilde;

“YAZGININ PANDOMİMASI
Anlatamıyordum. Orhan Veli’ninki gibi değil ama. Anlatabilecekken anlatamıyordum. Ruhumdakiler haykırışlara sığmayacak kadar engin... Chopin’in noktürnleri gibi, deniz gibi, sonsuzluğun insanlığa somut izahıdır ruhum. Ve ben, mucizelerle dolu içimi boşatmak için en ıstıraplı yolu seçtim belki de, haykırışlara bile sığmayan ruhumu sükuta sığdırmaya çalışarak.
Ruhumun dilsiz sancılarını anlatabilmeyi isterdim oysa. “O zaman dingin bir deniz bulmalısın mürekkebini damlatacak, sığmaz kağıtlara.” derdi birisi ben öyle söyleyince. “Tabi, kıskanmayacak bir deniz bulabilirsen.” Bulamamış olacağım ki, yine bir tomar kağıtla ayna tutuyorum dehlizlerime. Dehlizlerimde, işlemeli sandıkların ta dibinde oyalı bezlere sarılmış duran bir silahın masumiyetindeki yazgım bekler...

Yazgıya karşı çıkmanın utancını tekrar yaşıyorum bunları yazarken. Asla yaşamadığım şeyleri yazdığım günlüklerimi okurken hissettiklerimin aynıları. Belki de acıtan bir deja vu.. Kendini kendine bile itiraf edemeyen kendinden firari bir hayatın günlükleri... Olur kendi yazgısını değiştirmek isterken oğlunun yazgısının kehaneti...

Ruhunu, vicdan azabımı dizginlemek için sansürledim oğlum, farkındayım. Seni dilsiz olduğu kadar kör bir pandomimaya mahkum ettim. Hayallerine giden yolun kelimelerle döşenmiş raylarının makasını değiştirip kendi hayallerime çevirdim. Seni, ben olduğumu sanmak istediğim bene nişanladım. Günlüklerime ben, senin yazgını işledim bir oya gibi...

Karımın okuduğu gazeteden, çalışma masama uzanan gözlerinin, az sonra gelecek sorunun habercisi olduğunu sezen ellerim, mektubu,  tutunamayan Selim’in Turgut’a yazdığı mektubun üzerine iliştirip, kitabı okumadığımı belli edercesine hızlı hızlı çevirdiği sayfaların birinde rasgele durdu. Aynı ellerim, o gece karımın burnunu dudaklarına bağlayan o dişil vadiden geçerek boynuna dokunacak; ama her nedense avını pusuya düşürdükten sonra serbest bırakan bir kaplanın pençeleri gibi geri çekilecekti. Tutku tarafından terk edilmiş şehvet... –Hiç bir işe yaramaz.- O akşamın hatırlamaya değer tek ifadesiydi yüzlerimizdeki.

Gecenin öncü birliği karanlık, babamın kağıda eğri büğrü saçılmış kelimeleri gibi tırıs tırıs çökerken denizin üzerine, piyade bulutlar boğazına sarıldığında Üsküdar sırtlarının, onu da hatırlamaya değer bulmayacaktım. Sönmekte olan bir mangalı andıran güneşin, hükümdarlığını teslim edip intihar etmesiyle tepelerin üzerinden, bir gün daha bitmiş oldu yarından tükettiğimiz...

Gece, evimize akacak bir yer aradığında babamın satırları, vücudum ile birlikte dönüp duruyordu yatağın içinde. Yatağımın yanı başındaki pencereden izliyordu geceyi uykusuz ben. Çekildi perde, dolunay çoğaldı kendisini süzen baykuşun gözlerinde. Babamın satırlarının siluetleri belirdi mehtabın gölgesinde: Üsküdar… Üsküdar’dan elini uzatıp kız kulesini tutmak marifet değil ki... Yalnızlığını tutabilir, kollarının arasına alabilir misin kız kulesinin... Perdeyi üzerlerine çekmemle birlikte ürperdi satırlar, birer örümcek ağı gibi kayboldular.

Karıma döndüğümde saatler öncesinden dibe çöken tutkusunun, ona dönmemle su yüzüne çıkan şehvet tortularını gördüm yüzünde. Babamın mektubunun eğri büğrü satırları bu sefer karımın keyifsiz yüzünde beliriyor, homurtularına karışıyordu: Düşler… Oğlum… Düşlerdir her gece karın yerine Marilyn’i öpmeni sağlayacak olan. Düşlerdir, seni, benim mahkum ettiğim etten kemikten Celal’in dışına çıkartacak olan. Düşlerdir, sana senden çaldığım yazarlığını geri verecek olan. Düşlerdir, Poe’yu tek gerçeğin kendileri olduğuna inandıran... Senden çaldıklarımı sana gerçekler olarak verebilmem için bu mektubun bir intihar mektubu olmaması gerekirdi oğlum. -İntihar mı? O mu şaşırıyor, ben mi?- Yaşadığında, yaşamın ne kadar acıtıcı olduğunu bilemiyorsun, öldüğünde de ölümün... Bu yüzden yaşarken korkarız ölümden, öldüğümüzde değil. Ölüm, bir zamanlar yaşamış olduğunun bir kanıtıdır sadece, eğer öldüğünde bile hala kim olduğunu bilemiyorsan. İstedim ki sen, ölüm noktasına gelmeden kim olduğunu bul. O yüzden çareyi düşlerini sana vermekte buldum. Düşlerde, yalnızca düşlerde bulacaksın babanın hapsettiği gerçek seni. Kim olduğunu, kim olmaktan kaçtığınla yüzleştireceksin. İşte o zaman mektubumun başındaki epigrafın ne demek olduğunu anlayabileceksin.

O gece babamın satırlarını duyan tek kişinin ben olmadığımı anlamam, ‘düş’ kelimesini duyar duymaz,  düşler kralının gelmesiyle hemen hemen aynı anda oldu. Baykuştan çaldığı parlak gözleri öfkesinin, yumruk yapmış olduğu parmaklarının arasından sızan kum taneleri ise iş başında olduğunun birer sembolüydü. Yanı başıma çömeldi: “Düşe susamış olduğunu hissediyorum. Düşlerin zincirlenmiş; ihtiyar, pişman bir itirafçı söyledi. Yalnız, kana kana içme düşleri. Su gibi değil, şarap gibi iç. Aksi halde çarpar, etkisinden kurtulamazsın. Gözlerini açsan bile, göz kapaklarının arasında kalan düş tortularını da dünyana getirirsin. Hoş geldin.”
Rüyalara uyandığımda İskenderiye Kütüphanesi’nin, kim olduğu hakkında hala fikir birliğine varılamamış kişi tarafından yakılmazdan önceki halinde dolaşan, kütüphanenin tozlu raflarını karış karış bilen, hayatında hiç görmediği antik yazıları okuyabilen ve bu duruma hiç şaşmayan, bazı yönleriyle bildik, tanıdık ama aslında bana Kaf Dağı’nın ardı kadar uzak bir bendim. Önümde, pupada yanan bir mumun aydınlattığı kara kaplı eski bir kitap duruyordu. Açtım ve Latinceyi bir çırpıda okumaya başladım: “Caesar’ın Soyundan Geldiğine İnanılan Sanatkar Caesai’nin Trajik Yazgısı”. Başlığın altındaki söz, beni uzunca düşündürecek olan o söz... Tanrım bu sözü söyleyen çıldırmış olmalı: “Düşler, ulaşılamaz hayallerin çağrışımlardan olan gayri meşru çocuğudur.” Babamın satır aralarından gelen sesi, pupada yanan mumun alevini titreştirdiğini sanmama sebep olacak kadar gerçekti: Okumaya devam et…

Alkış hırsızı tiyatrocu Caesai hakkında İmparator Jül Caesar’ın İstanbullu bir kadından olma oğlu olduğuna dair rivayetler vardır. İsimlerindeki benzerlik ve Caesai’nin hemen her gösterisinde “Ah, Konstantinopolis!” nidaları atması bu rivayeti kuvvetlendirmekte ve asiller arasında sohbet mevzuu olmasına sebep olmaktadır.

Gökyüzü kadar yüksek tavanlı kütüphanenin içinde, düşler içinde miydim yoksa o düşler yıllarca benim içimde miydi, düşündüm sıkılıp kapadığım kitaba bakarak. Düşünmeyecektim belki de yazgı hakkında bu denli, o sıkıntılar içerisinde gözüm bir an kitabın ismine ilişmeseydi. Yazgı… Başımıza gelenin, başımıza gelmesini istediğimize karşı kazandığı zaferdir yazgı. Kabullenişlerin en makulü. Babamın, günlükleriyle değiştirmeye çalıştığı pandomimciliğidir yazgı. Konuşamazlığını gizleyen pandomimidir. Benim burada, bu kitabı okumamın sebebi-mi?-dir.

Sayfalar, babamın dizelerinin nefesi rehberliğinde hızla çevrildi: Zannetmeyesin gerçek bunları, hepsi rivayetkerde; Oku yine de, zira miratını bulacaksın kendinde. Hışımla çevrilen parşömenlerin yaydığı koku ve toz bulutunun oluşturduğu antik sis dağıldığında babamın dizelerinin, okumamı istediği sayfanın başlığını görebildim: Rivayat. Okudum. “Aslında Caesai’nin ömrü rivayetler denizinde yüzmeyi öğrenmekle geçti diyebilirim. Ama öğrenememiş, siz de katılacaksınız bu fikrime. Geçmişteki cumhuriyete, emsali görülmemiş bir tutkuyla bağlı idi o, ve Caesar’ın Dictator Perpetuus söylemlerini hazmedemiyordu.” Uzatma artık… “Caesai’nin, Coliseum’un orta yerinde dili kesildi. Bir zamanlar yaşamış olduğunun bir kanıtı olmasın diye öldürmediler onu. Sonra meydanlarda sessizce çırpınan bir adam peyda oldu. Sükuta boğulanların gürültülü sessizliğiydi bu: pandomimus. Pandomimusun tarifine baktığımızda...” Okuyacağımı mı sandın... “Caesai’nin ölüp ölmediği konusu ise hayatındaki rivayetlerin son halkasıdır. Hakkında gerçek olduğuna sıkı sıkıya inanılan tek şey onun bir yazgı kurbanı olduğuydu. Fakat onun, mahkum edildiği sessizliğe rağmen sanatına devam etmesi ile yazgısı bir masal oldu. Ne de olsa kader karara kadardır.”

Göz kapaklarıma düşler kralının kumlarının dolduğunu fark eder fark etmez uyandım. Rüya öncesi fark ettiğim mektubun satır aralarından göz kırpan ‘intihar’ kelimesi gelmeliydi aklıma şimdi, beni harekete geçirmeliydi. Nefesimin ivmesi ile uyandı karım. Soluklarımın arasına kelimeler serpiştirdim. “Rüyamda... İskenderiye... kütüphanesine... gittim... kitabın birinde... babamın... hayatı... yazıyor... gibiydi...” Zamansız bir espriydi belki de bir an önce babama gitmemi engelleyen. “Yanışını da izledin mi?” Tüm bu konuşmalar birer vakit kaybıydı. “Ne yanışı?” Devam ederse onu susturmalıydım. “İs kokuyorsun.” Güldü. O gece istediğini alamamış olmasının intikamını alarak muzırca güldü. “Bu gece başkasına randevun olduğunu söylesen ısrar etmezdim, ter içindesin de.” İçeri giderken bir şeyler söyledi. İskenderiyeymiş, buna benzer şeyler, dişil söylenmeler.

Oda karanlık. Yazgı mı bu? Bu da nereden çıktı? Oda karanlık. Elinde bir bardakla karım beliriyor. Bardakta su, serinlemem ve kabusun etkisinden kurtulmam için olsa gerek.Ya bir zehirse. Birbirine tutsak iki insandan biri hapisten kaçmayı kafasına koyduysa. Ve bunun için hapishaneyi yok etmeyi göze almışsa. “Düşler, rahat bırakın beni!”
“Ne bağırıyorsun, sakin ol hepsi geçti!Haydi iç şunu sevgilim.”
“Su..Su...sadığımı sanmıyorum. Bir şeyler içmiş gibiyim kana kana. Çarpılmış gibiyim.     Göz kapaklarımda bir şeyler çırpınıyor dışarı çıkmak için.”
“Lenslerinle mi yattın hayatım?”
“O kadar gerçeksin ki karıcığım, yere bıraksam kırılıvereceksin.”
                   *    *    *
Babamın evinin bulunduğu sokaktaki haşmetli evler arasına ne zaman girsem kendimi üzerine basılmış bir köpek kakası kadar mahzun hissederdim. Her bir konak ayrı ayrı hal hatır soruları bekliyormuşçasına eğilirdi gelene geçene. “Ekselansları konsolos konağı hazretleri, bugün nasıllar acaba?” Cevap yok. “Bir dahaki sefere lakırdı ederiz artık sizinle.”
“Nasılsınız, Pandomim eşrafından Sezai Bey’in konağı?”
“Bugün pek rahatsızım, sırtımda bir ağrı var sanki, kamburlaşıyor muyum ne? Birileri beni aşağı çekiyormuş gibi tavanımdan.”
Akşamcı şişman bir leylek olabilir miydi evin çatısına konan? Hacı leylekten akşamcı olur mu? Bu ihtimal zaman kaybı. Bir yıldırım da bükmüş olabilir konağın belini. Görünmez bir cellat olabilir miydi peki? İpini asmış bizim ihtiyar evin tavanına, sağlamlık denemesi yapıyor. Ama evi, onu ele veriyor bu tanıdık yolcuya. Onu tahta merdivenleri ile gıcırtılı bir yolculuk yaptırarak yukarı çıkarıyor. Hiçbir kelimenin tarife yanaşmayacağı o karşılaşma anında, genç Celal’e ihtiyara söylemek istediklerinin suflesini veriyor ev, usulca.
“Sessizliğin boy atmış gene, kilo da almış.”
Gerisi ise duyulmuyor bile. Bir replik olamıyor, sığamıyor tırnak içlerine.
Dün geceden, mektubun elime ulaştığı geceden beri konuşamaz sandığım babamla konuşuyorum ömrümde ilk defa. Hayatın aslında önümüze yazgı diye sunulduğunu anlamışsın. Ama bununla birlikte yazgıya karşı duygularımız bir atalet girdabında değil artık. Yazgının gözleri kör, kulakları sağır... Ama bizim değil. Ölmelisin baba. Susturulduğunda nasıl konuştuysan yaşamaya zorlandığında da öyle öleceksin. Yazgı beni buraya getirdi belki de, seni caydırmam için. Tanrı, son kez çıktı sahneye. Ama bilemedi biz çoktan ‘perde’ demiştik.
Ev, heyecanla getirdiği misafirini perperişan göndermeden sokağın kalbine, kütüphaneye gitti yolcunun ayakları. Kitabı aldı yolcu. Selim’in Turgut’a yazdığı mektubun tam da üzerinde duruyordu mektup. Şaşırmadı. Yazgı mıydı bu? Bilemedi. Mektubu cebine koymasını bekleyen ev hızla sokağın kalbine attı onu.
Nereye gitmeliydi şimdi? Üzerinde taşıdığı bu gerçeği, babasının bir kağıt biçimini almış, kuytulardaki sinsi yaşanmışlıklarını nereye bırakabilirdi. Alkol tutkunu bedeninin önerisiyle el yazmasını bir şişeye koyup boğaza salabilirdi. Yıllar sonra, tüm bunlar eğer sahiden bir yazgıysa, torununun torunu o şişeyi bulup kendisinin sonunu okumaya korktuğu mektubu okuyabilirdi. Bunu Celal mi geçirdi içinden, yoksa satırların kendisi mi?
Yazgı...Tekrar yazgı...Bu kez kendininkini değil, İstanbul’unkini düşündü. Silivri’nin terk edilmişliği... Bir kurtuluş mu? Ayasofya’nın devşirmeliği...Bir kader mi?
Mektubun sonunu okumadı. Artık sonuçlara ihtiyacı yoktu. Her yazgının içerdiği o tek ‘an’da idi şimdi. Göz kapaklarının ardında, kendisini bekleyen, onu; zihninin madenlerine ulaştıracak aşılmaz yollar, çıkılmaz dağlar, yüzülmez denizler, düşülmez uçurumlar keşfetmişti. Kim olduğunu henüz bulamamıştı belki ama çok önemli bir şeyi bulmuştu: Kendini nerede bulacağını. “Öncesizsin Borges…” dedi hınzırca gülerek, “Her yazgı gerçekte tek bir an içerir, insanın kendisini nerede bulacağını anladığı an.”
Vakit, geç gece, yakamozların kaçıştığı vakit. Deniz sağıveriyor ayı ufuk çizgisine doğru. Kağıttan bir sandal giriyor hem denizin hem gecenin koynuna. Usulca ilerliyor, ürperterek denizin tenini. Demirliyor Kız Kulesi eteklerine. Çözüyor sandalın dilini Kız Kulesi ve okumaya başlıyor. Sözcükler, ilk kez içilmiş bir mey gibi damlıyor dudaklarından sözcükler bakirenin:
“Kim olduğumu biliyorum demeyi çok isterdim Borges. Kim olduğumu henüz bulamadım belki ama, çok önemli bir şeyi buldum: kendimi nerede bulacağımı. Ben Woolf’un yolunu seçtim; oğluma ise Poe’nun yolunun haritasını verdim. Godot’yu bekleyenlerin aslında kendilerini bekledikleri gerçeği gibi oğlum da yazgının kendisi için neler getireceğini bekleyip duruyordu. Ama artık biliyor, bizim hayatı değil hayatın bizi yaşaması olduğunu yazgının. Onun için endişelenmiyorum. Kadere tutsak olmayacağını biliyorum. Ne de olsa kader karara kadardır.”

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol