Silivri Facebook
banner88

MAVİ KASABANIN DELİLERİ
Hani birkaç yıl yoktum ya ortalıkta o arada çekilip gitmiş hepsi. Dün akşam Şuayip Abi’nin çay bahçesinde otururken fark ettim yokluklarını. Demek o sebeple tatsız tuzsuz sahil, demek o sebeple bir yerlerde bir şeyler eksik.
Ne oldu bu memleketin delilerine. Yoksa büyüyüp şehir olduk da kalabalığa mı karıştılar. Onların yokluğunun eksilttiği manayı benden başka fark eden oldu mu acep. Acep benden başka kimin aklına geldiler.
. . .
Bir numaralısı Topuz Kadir’di… Uzun adımlarla yürürdü sahilde. Yüzü aşina olan herkese gülümseyip selam verirdi. Mekanı çay bahçeleriydi. “Baba” derdi beni görünce. “Küçük bir paran var mı çorba içeceğim de…”
Para istediği hiç kimse boş çevirmezdi onu. Gürem İşkembe Salonunda karşılaşırdık kimi zaman. Yanına davet ederdi. Bir akşam eğilip kulağıma dedi ki, “Baba, bugün kodamanın biri iyi para verdi bana. Çorbamı içtim, kalanı cebimde. İstersen sana vereyim kalanını, bana bugün lazım değil.”
Rind idi Topuz Kadir. Kimseciklere zararı yoktu. Kafayı çektiği zamanlar daha bir şen şakrak olurdu. Çay bahçesinde oturup karıncaları izlerdi, martılara bakardı hayran hayran. Hayatın sırrını çözmüş bir derviş gibi yaşardı işte.
Onunla ilgili ilk anım yirmi yıl öncesi belki. Bir kabotaj bayramında dalgakırandan küpeşteye kadar yüzme yarışı yapan gençlerin arasına katılmıştı. Herkesten sonra suya atlayıp herkesten önce hedefe varmıştı. “Topuz Kadir birinci olmuş!” diye gülmüştük. “Delidir” deyip kupayı vermedilerdi garibe.
Kupayı alanlardan daha akıllıydı oysa. Gülüp geçmişti. Bir martı gibi yaşamayı seçmişti. Yaz boyu sırtında aynı gömlekle dolaşır, geceleri Danışman Dede’nin mezarının üstünde uyurdu. Sıcağı sevmezdi nedense.
Söyleyenin yalancısıyım. Bir gece ertesi gün yapılacak sınav öncesi dua etmek için Danışman Dede’ye uğrayan iki Üniversiteli genç onu kabrin üstünde uyurken görüp “Selam aleykum erenler, demiş de “Aleykum selam …verenler diye cevap almışlar. Yalandır muhtemelen. Sahildeki en samimi dostu bendim, ağzından bir tek küfür işitmedim.
Ben yokken olup bitmiş her şey. Bir akşam eski Sanayi Çarşısının olduğu yerde içkiyi fazla kaçıran birisi dövmüş onu da, birkaç gün sonra ayni yerde bıçaklayıvermiş adamı. Sonra biri mezara, diğeri akıl hastanesine düşmüş.
Silivri’den, sahilden ve martılardan ayrı kalmak ağır gelmiş Topuz Kadir’e. Hayata küsmüş ve bir kırık çam dalı gibi toprağa karışmış.
Yokluğunu kimselere fark ettirmeden.

Diğeri Kaptan Erkan’dı. Yakasında çiçekle dolaşırdı hani. Yaşı geçkinceydi ama her zaman temiz ve sinekkaydı tıraşlıydı. Yazın çoğunlukla gömleksiz dolaşırdı. Sahilde güzel bir kız görünce büyük bir saygı ile yakasındaki çiçeği uzatırdı. Balıkçı barınaklarını mesken tutmuştu o da. Deli çağlarımda orada batak oynarken tanımıştım kendisini. Beyefendi bir deliydi. Tertemiz bir İstanbul Türkçesiyle konuşurdu, harika bir el yazısı vardı. Bej rengi pantolonunda bir tek kir göze çarpmazdı.
Topuz Kadir gibi sevgi arsızı değildi Erkan. Aristokrat tavırlıydı. Selam vermezdi kimseye, selam da almazdı. Kendisine iyi bakardı. Döndüğümde sordum.
Bir sabah ağların konduğu depoda bulmuşlar ölüsünü. Yanında bir kedi ile uyuyakalmış, uyanmamış…
O gittikten sonra sahildeki kızlara çiçek veren kimsecikler kalmamış.

Ve Rüşdü… Tanrının kulu Rüşdü, ehli dil Rüşdü, veli Rüşdü. Altmış muhaciri bir Razgratlıydı. Derin adamdı. Piri Mehmet Paşa Camisi’nin önündeki çınarın dibinde otururdu iki namaz arası. Gelip geçene tebliğ ederdi kendince. “Ön dişler bıçak gibi kesiyor, arka dişler değirmen gibi öğütüyor, fok balığı hem karada hem denizde yaşıyor, akıl edene ibret çok.” Derdi.
Bir cenaze namazında “meftayı hali hayatında nasıl bilirdiniz?” diye soran hocaya “Dürzünün tekiydi” dediğini cemaatin eskileri anlatır. Bir namaz çıkışı kendisini paylayıp iki tokat atan Laz’a, “Beni bırak da evine koş” dediği, adamın evinin o saat yanıp kül olduğu da rivayetler arasındadır.
Üç tekerlekli bir araçla kurabiye, köpük falan satardı Rüşdü. Kendisine deli diyene pek kızardı. “Caminin ve evin yolunu bulabilen deli değildir” derdi. Sabah namazında çıkardı evden, yatsıyı eda edip ayrılırdı. Ne yerdi, ne içerdi kimsecikler bilmez.
Bir yaşlı babacığı ile bir akıllı kızı vardı, kim bilir ne oldular.
Bir gün E-5’te üç tekerlekli aracıyla seyir halindeyken peşine trafik polisleri takılır. Yakalanacağını anlayınca aracı sağa çekip namaza durur. Polisler araçtan inip beklerler. Namazın uzadığını fark eden polislerden biri söylenir. “o namaz bitene kadar bekleyeceğim seni” der. Rüştü başını çevirip cevap verir. “O kadar çok kazam var ki, bitmesini beklerseniz işiniz var.”
O da gitmiş ben yokken. Cami avlusunda görmeyince sordum. “Allah delisiydi, gitti” dediler.
. . .
Ya Admış… Ne film adamdı. Avizecinin yanındaki arsaya kurulu küçük bir evciği vardı. Sanatkar ruhluydu. Sabah akşam içerdi. Evinin önünde beceriksiz bir yazı karakteri ile Admış’ın yeri yazardı. Günün her saati sanat müziği sesi yükselirdi hanesinden. İçkiyi çok kaçırır, müzik de damarına dokunursa eline bıçağı alıp saldırırdı hayat arkadaşı kırmızı horoza. “Ulan bu sefer ben seni yaşatır mıyım”, derdi. Ana avrat söverdi horoza. Hayvancağız can havliyle oradan oraya kanat çırpardı.
Bir yaz sabahı kıyıda bulmuşlar cesedini. Dalgakıranın girişinde iki karış suya düşmüş, kalkamamış. Ben buradaydım öldüğünde. “Uzaktan izlediğim bir dostun hatırası olarak horozu bana verin!” diyecektim ama o sabah Admış’ın yerinde kimsecikleri bulamadı idim.
 . . .
 Kasaba değil artık burası. Yoldan geçenleri tanımaz olduk, sahilde oturan emeklileri, gençleri, yaşlıları. Yaşanılan yer ihmale gelmiyor. Zaman değip değiştiriveriyor her şeyi. Bugün Şuayip Abi’nin bahçesinde otururken fark ettim bunu.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol